Gesamtzahl der Seitenaufrufe

Montag, 3. Januar 2011

Gezi-yorum, Yazı-yorum: Venedik Gettosunda

Gezi-yorum, Yazı-yorum: Venedik Gettosunda: "Venedik Gettosunda Yolum Venedik’e düştü bu kez, yanımda ilk kez birlikte yola çıkacağım erkek yoldaşlarım. Beni daha çok doğunun..."

Dağların Yaralı Kızları



Savaş en acıklı danstır insanlık tarihinde, cellat ve kurbanın kaygan bir zeminde hep yer değiştirdiği. Unutulur çoğu zaman, savaşın gerçek nedeni.  Hangi taraftan olursa olsun, savaşta yaşamını yitiren herkes savaş kurbanıdır, ama savaşlarda her zaman canlı ve kanlı yaşamlar yitirilmez, gün olur susuzluktan solan bir çiçek gibi, ıssızlıkta solar gider yaşamları savaş artıklarının.  Hayatın kenarına tutunmaya çalışırken, unutur insan, insanı hayatın kenarına iten bu savaş nice idi ki. Sormaya bile çekinir, susar. Sorsa, sorgulasa, belki de geriye kalan iç acıtıcı dikenler olacaktır. Susmak, yaranın üzerine sürülmüş kalın tabaka bir merhem gibi, kendini sağaltılmaya bırakmaktır. Susulur. Gözlerde hep o insanın yüreğini burkan “kuşkulu” bakışlar kalır. Kurbanların ne kadar kaygan zeminler üzerinde hep birbirinin yerini aldığını gösteren tek delildir bu bakışların rengi;  en çok sürgünde bulunur. Silahını bırakıp gelen, “normal” yaşama tutunmaya çalışan, sevgili olan, anne olan, kadın olmaya çalışan, yıllardır dağlarda, ya da normal olmayan koşullarda “ideolojisinin ya da davasının peşinde koşan”  kadınların gözlerinden dökülen hep bir acı, hep bir çığlıktır aslında kimsenin duymadığı, görmediği,

Uğruna hayatını ortaya koyduğun kavgan yaşadığın onca şeyden sonra anlamını yitirmiş, güç bela canını kurtarmayı başarıp evine dönmüşsündür. Dünyan; koca bir coğrafya, derinliğin; koca bir tarih, amacın koca bir gelecek iken, her dostunu canını verecek kadar sever, her yoldaşını şaşmaz, yanılmaz beller iken, “yaşam” hızla yoluna devam etmiş, sen belki kendini ifade etme olanağı bulamadan, birileri için hala aranan listesinde bulunurken, çoktan “hain” ilan edilmişsindir bile.Yarım bırakılan okullar, için yanarken terk ettiğin sevgililer birden seni kurtaracak tek ışık gibi görünmüş, ama sen de çoktan bir şeyler için geç, geri kalmışsındır. Hayat önünden hızlı bir nehir gibi akıp gidiyor, sen içine kendini koyverip köpüklü dalgaların üzerinde süzülmek istiyorken  hala bir şeyler seni bir yerlerde tutup, o hayata ayaklarını sokmana bile izin vermiyordur. Aynalar sana yabancı, kadınlığın belki de lise çağlarında terkedilmiş küçük bir kız iken, yeniden insanın “kendi” olmayı öğrenmesidir en zor olan. Kendi olabilse, kim olduğunu bilebilse, ne yapmak istediğini bir çözse, şimdiye kadar bütün yaşamını doldurabilen ülküsünün boşluğuna yeni hayat ışıltıları koyabilse.
Kadınlığı öğrenmek için fazla erkeksi, ev kadınlığı için fazla savaşçı, ucuz işler için fazla  eğitimli, nitelikli işler için fazla geri kalmıştır savaştan arta kalan kadınlar. Hayatta kalabilme mücadelesidir onların gözlerindeki ışıltıyı, sokak kedilerinin gözlerine benzeten.
Dağların kızı olmanın getirdiği çeviklik ve incelikleri vardır onların, bazen birbirlerine benzeyen haki yeşili gömlekleri, esmer tenlerine yakışan vurgulu kaşları,  suskun,  lal dilleri, kuşkulu bakışları.


Savaş: kurbanların her daim yer değiştirdiği insanlığın en acıklı dansı.
Onlar; savaşın artık bıraktığı, dağların yaralı kızları.

Bir dağın iki yakasından geldikleri içindir belki de, aynı renklerin üzerine kurulu aynı vurgudaki kaşlar, aynı karın soğuğunu yedikleri için olmalı, çehredeki o hafif sert hatlar, oda arkadaşımı dağların kızlarına benzeten.Üzerine giyilen o haki renkli cepli gömlek, işin yanıltmacası, arkadaşımın, dağın öte yanındaki kızlarla yok bir alakası.  Aydın, yüreği vatanı  için çarpan bu genç kadının yüzünde, dağların savaşçı kızlarının yüzünde hiç olmayan bir ışıltı, onlarda hiç bulunmayan bir tebessüm saklı. Espriler biter onun dilinde, taklitler başlar mimiklerinde, elleri her daim yardıma hazır, her işe ehil. Doktorası bitmek üzere. Gidecek memlekete, başlayacak hizmete. O ; dağın öte yakasının güleç yüzlü Azeri kızı.


Yıl dönüyor. Yeni bir yıl bütün insanlık için bilinmezi oynarken, neşe ile ayaklarını yerden kesiyor Azeri kız, halkının dans figürlerini gösterirken.Gözlerinde diri, enerjik bakışlar, neşeli devinimlerine eşlik ediyor.

Neden bilmem, yüreğim, önlerinden hızla, bir nehir gibi akan hayata atılmak için bekleyen, cesur yürekli, hüzün gözlü, kaybedilmiş bir savaşın kadınlarına takılıyor, gözyaşlarım engellenemiyor.




Uzaklardan, ince bedenli, suskun dilli, hüzün bakışlı dağ kızları, önümde neşe ile dans eden Azeri kızın üzerinden bir görünüp, bir kayboluyor.


Aynı dağın iki yakasının kızları birbirlerini hiç tanımıyor.



















Sonntag, 2. Januar 2011

Dönüş Heyecanı



Doğu'ya doğru yaptığım her seyahatimde, gittiğim yerler kadar, dönüşüm, dönüşümdeki yeni ülkem, kendi hayatım, arkadaşlıklarım, alışkanlıklarım, yaptıklarım ve yapamadıklarım da beni heyecanlandırır. O yüzden uçakdan inilip de, toprağa ayak basıldığında her yer yeni ve ilk görmüşüm gibi meraklı bakışlarımın incelemeine tabi tutulur, ilk görmüşüm gibi, hayret ve şaşkınlık nidaları, konuşmalarımın olmazsa olmaz ekosu olur.

İran'da bir üçüncü dünya bulmuştum, ne geldiğim, ne de şimdiki ülkeme benzeyen. Hem yüzyıllardır oradan gelen bir gelenekle yaşamımı sürdürüyor gibiydim, hem de ancak masallarda bulunası bir hayatın içine düşmüştüm. Hele gelmeden bir önce uğradığım, çok katlı bir otoparkın içerisinde yapılan bit pazarında, halıların, afganlı muhacirlerin sattıkları el işlerinin, yaşlı kadınların ellerinden sunulan gümüşlerin arasında yaşadığım zamanı unutmuş, başka bir boyuta geçmişken, İran çoktan bir masal ülkesine dönüşmüştü benim için. O yüzden o masal ülkesinden dönüşüm de kendince travmatik oldu. Gerçek olmayan, sıcak, nazik, çok katmanlı, çok kültürlü bir ortamdan, yeni ülkemin cetvelle çizilmiş gibi düzgün sokaklarına, kusursuz alışveriş merkezlerinin, dakik işleyen otobüs ve trenlerinin olduğu, plan üzerine kurulu bir hayatın, uzaktan mütebessim çehreli, yakınlaşamayacak kadar soğuk insanlarının arasına düştüm. O yüzden ilk geldiğimde, ne sokağa çıkmak istedim, ne tv yi açıp, yeni dilimin tınısına tanıklık etmek. Firdevsi caddesinin üzerine kurulu, her biri ayrı bir dünyayı taşıyan, içinde masallar ülkesinin yaşlı cadılarını barındıran gümüşcü dükkanlarının tadı henüz damağımda iken, bu parlak dükkanlar, birbirinin tıpkısı olan şehirler ancak kafama düşmüş bir taş etkisi yaratabilirdi. O yüzden evden çıkmamayı yeğledim günlerce, dimağımda o masal ülkesinden hatıralar, orada edindiğim dostluklar biraz daha idare etsin beni istedim.

Kahire dönüşüm hüzünden çok sevinç içeriyordu; derin derin içime çektim, yıkanıp paklanmış gibi temiz havayı, sokaklar, bal dök üstüne yala formundaydı. Dışarıdan içeri geldiğimde elimden ziftler akmıyor, her şey sonuna kadar, büyük harflerle yazılmış bir hijyene dönüşüyordu. Kahire biraz benim eski ülkem gibiydi, yönünü batıya doğrultmuş, batı tarzı cafe shop ların, "örtülü ve modern" gençlerce doldurulduğu, araya sıkışmış, tozlu, kirli, yağlı, pasaklı bir yerdi işte. Anlata anlata bitirilemeyecek o kirinden emin olmak istediğimiz için, yıllarca sakındığımız "Mc Donalds" larında, "Pizza Hut"larında kendimize bir öğünlük yerler aramış, biraz da bundan sığınmıştık, o buralara benzeyen lüks yerlerine.
O yüzden Kahire, dönüşümüzde yalnız bir şükür armağan etti bizim dudaklarımıza.
Her yer ne temiz di öyle.  Kirden, pastan kaçınmaya çalışarak yaşamak ne yorucu.

O büyük gidişin ardından, İstanbul, ilk dönüşüm değil. Daha önce de gittim, gerilla savaşı yapar gibi, koşturarak gelip, koşturarak, bir rüzgar gibi geçtim ülkemden. İlk kez şimdi, böyle uzun, böyle damardan yaşadım ülkemi. Dönüş acısı da  o yüzden ilk kez böyle damardan vurdu beni. Hep yorgundum ben, yorgunluğum, doktorlarımın çare bulamadığı hastalığımdı.  Biraz da o merakla , eskisi gibi enerjik olup olamayacağımı görmek istemiştim.
Kendi nazarımdan korkarak yaşadım orada. Eski günler geri gelmişti, ben suyuma geri dönmüştüm. En çok buna sevindim.
Hayat orada bir devedikeni topu gibiydi, dikenli. Sinirleri alınmamış, sinir uçları duyarlılığını artırmış bir yürekle yaşanıyordu orada. Gören, bakan, hisseden gözler için, paylaşılacak çok acı, sarılacak çok yara, havaya kalkacak hala çok yumruk vardı. Hayat, benim gençlik zamanlarımdan bu yana, yörüngesini orada yaşayanlar için çoktan değiştirmiş görünse de, hala heyecan verici bir nehir gibi akmaya devam ediyordu. Alınacak çok hayır dualar, hala yapılası çok sohbetler, gezilecek hala çok kıyılar vardı.
Mutlu ve mesut, dudaklarım kulaklarımda vardım yeni ülkeme.  Geçmişimden gelen bir ulak gibi, anlatmaya başladığımda oradaki hikayemi, dostlarıma, şaşırmadan edemedim, ne çok acı yaşamış, ne çok acıya ve çaresizliğe tanıklık etmiş, aslında kendimi ne de çaresiz hissetmiştim. Ne diye, mutlu ve mesut, dudaklarım kulaklarımda varmıştım yeni ülkeme.

Beni yoran burada yaşadığım değil, yaşayamadığım hayatım dedim eşime.

Dışarı çıktım. Doğa bu denli güzel dünyanın hiç bir yerinde olamazdı. Bütün tasavvurların önüne geçeçek yeşillikte bahçeler evlerin önünde uzanıyor, renk renk çiçekler, çocukken çizdiğimiz resimlere benzeyen evlerin bahçelerini ve balkonlarını süslüyor, ağaçlar, beyaza boyanmış çiçekleriyle kar kraliçelerini anımsatıyor, sağlıklı, parlak tüylü köpekler sahiplerinin yanında yürüyor, pencerelerden bakan kediler, merakla dışarıyı seyrediyor du.  Planlı bir hayattı buradaki, hiç bir sekmeye yer verilmeyen. Ne sokakta çalışan, mendil satan, bakınca insanın içini acıtan çocuklar vardı, ne yiyeceğe ve sevgiye muhtaç hayvanlar, ne de kaldırımları sıkış tıkış bir belediye otobüsüne çeviren insanlar.
Çıktım, yürüdüm sokaklarında aslında çok sevdiğim bu yeni ülkemin.
Cennet gibiydi her yer. Abartısız cennet böyle tasvir edilmeliydi. Sonsuz yeşilliğin ortasında, kuş sesleri arasında, mükemmellik üzerine kurulmuş bir huzur.

İtiraf etmesek de, algılarımızda "Cennet", herşeyin planlandığı, "olumsuz" hiç bir şeye yer olmayan, sonsuz bir sükunet, o yüzden de biraz sıkıcılık demek değil mi idi?

Acıların, eksikliklerin, mücadelelerin ortasından çıkıp gelmiş hayatlara bu "Cennet" biraz sıkıcı gelmez mi idi.

Dünya ve Ötesi. Ötesi burası idi işte. Ötelerden özlediğim, dünya orası.

Biraz mahsun, biraz da huysuz bir çocuk gibi,  huzursuzluğumu artık daha yüksek dillendirerek girdim, gerçek mi, yoksa bir film stüdyosu mu olduğunu  artık ayırd edemediğim buradaki hayatıma.



 

Hayatın İşaretleri




Ilık, öğleye doğru ısınmaya ve sıcak olmaya başlayan bir bahar günüydü Kahire de. Sabahları oturduğumuz sokağın aşağı ucunda bulunan arapça kursumuza gider, inançlı bir müslüman ve iyi bir insan olan hocamız Emel hanım'dan dersimizi alır, öğleden sonraları kendimizi Kahire'nin sokaklarına vururduk. Biraz  Almanya'dan giden bir grup olmanın getirdiği bir plancılık ve programcılık vardı genç arkadaşlarımın üzerlerinde. Gelirken Kahire üzerine aldıkları, nereleri görülmeli, nerelerde ne yemeli ye dair turistik kitapları yanımıza alırlar, birbir işaretlerdi sonra görülen yerleri, yenilen  yemekleri. Onlardan daha yaşlı, daha olgun, ve yaşı onlara daha yakın bir evlat sahibi olaraktan düzenli ve programlı olacağıma daha spontan, birdenbire takılmayı tercih eder, ama yinede grubumdan ayrılmazdım. Grubumuz dışardan görüldüğünde şaşırtıcı, ama içeriden uyumlu ve sevgili bir gruptu. Kahire'nin içinde biri kırmızı biri pembe saçlı,  iki genç kız, yanlarında örtülü ve bebekli genç bir anne, yanlarında hepsinin annesi olabilecek yaşta bir başka örtülü. Yanındaki genç kızlara sahip çıkmaya çalışan anne rolü verilmişti bana yaşadığımız arap toplumu tarafından. Bütün herkesin annesi olmaya hazır biri olarak, gönüllüce kabullenmiştim ben de bana biçilen bu rolü.

Ilık, öğleye doğru ısınmaya başlayan bir bahar gününün öğleden sonraki programı o gün için Ezher Üniversitesi idi. Aynı semtte kalıyorduk, üstelik biz Şarkiyat ve islam bilimleri de okuyorduk. Buraya kadar gelmeden, kapısından bir geçmeden olmazdı. Biraz uzunca bir yürümeyi göze alarak gittik  o ünlü Ezher Üniversitesinin kapısına. Tevafuk bu ya, gittiğimizde ilk karşımıza çıkan bölüm Alman Dili ve Edebiyatı bölümüydü. Öylesine, kendi ülkemizde olduğu ve bir başka hiç bir yerde olmadığı gibi polis ve güvenlik kontrollerine takılmadan ilerledik, kapıdan aldığımız bir ismi ziyaret etmek üzere, girişteki holün üzerinde bulunan odalardan birinde beklemeye başladık.
Birazdan yanımıza gelen  genç, sarışın, avrupalı oldukları ten ve göz renklerinden, meraklı ve gergin hallerinden anladığımız bir başka grup
ile beklemeye durduk. Genç arkadaşlarımı dürttüm ben, sorun nereden geliyorlar?

Almanya dan, Göttingen Üniversitesinden geldiklerini öğrendiğimizde de sevinç dilin ucunda eriyen bir şeker gibi yüzümüze yayıldı. Tevafuk bu ya, O gün, bilmeden iki üniversitenin ortaklaşa düzenlediği özel bir güne denk gelmiştik bu denk gelişin hikmetiyle biz de hemen sahneye davet edildik. Netice de biz de, Almanya da aynı dalda eğitim gören öğrencilerdik. Sahne ye çıktık, önce arapça, sonra da almanca kendimizi tanıttık. Karşımızda oturan hepsi de cin gibi olan Arap kızların almanca da kendilerini ifade edişlerini dinledik, kendi aramızda ve içten içe arapların bu dili öğrenme ve öğretme becerisine gıpta ettik, programın bitişi ile gruba, yeni tanıştığımız, yeni ülkemizin, ikinci vatanımızın  evlatlarına veda etme vaktine geldik.

Oysa benim için dünyaca ünlü Ezher Üniversitesinin öğrencilerini tanımak, hocalarıyla sohbet etmek, hatta o sıralarına girip oturmak ve tozunu solumak ne denli önemli ise,  Avrupa' nın düzenli ortamından çıkıp ta toz içindeki bir ülkede arapçanın izini süren, o izlerden İslam'ı çıkarmaya çalışan genç Alman öğrenciler de en az o kadar önemliydi. Almanlar burada, esmer tenli, kaba ve gürültülü bir dili konuşan insanların bu tozlu ve kirli ülkesinde öteki  olur, biraz yabancılaşır, tedirginleşir, saygıyı elden bırakmamak için o güzel kızlar örtüleri dikkatle başlarında taşımaya uğraşırken kendi ülkelerine sonradan gelmiş bu kadınının iç dünyasına bir ayna tuttuklarını bilmezlerdi.
İçlerinde yabancı olduğum, örtümle ötekiliğimi en görünür kıldığım, aksanımla ve asla kendi anadilim seviyesine çıkartamadığım almancamla çirkin ördek yavrusu olarak dolaştığım "hem-şehrilerimin", şimdi bana ait sayılan bir ortamda yabancılıklarını izler, kendime onların perspektivinden bakardım. Bir de ne alaka ise, kendimi orada, benim de misafiri olduğum o tozlu ve kirli ülkede ev sahibi gibi hisseder, anneleri gibi o gençleri korumaya çalışırdım. Üstelik de o gençlerden biri benim koyu kumral saçlı, beyaz tenli, utangaç bakışlı oğluma benziyorsa.

Dediğim gibi, planlı olan genç arkadaşlarım, spontan olan bendim.
Gittim Almanya dan onlara eşlik eden ve bu geziyi organize eden Mısırlı arapça hocalarının yanına, gezinin bundan sonrasında onlara eşlik edip edemeyeceğemi sordum ve evet cevabı ile çoktan bir sonraki durağa gitmek üzere minibüslerine binmiş genç öğrenci topluluğunun arasına katıldım. Bu andan itibaren hocanın özel konuğu bendim.

Ezher de okumuş, sempatik, güler yüzlü, sıcak arapça hocasının mihmandarlığında Kahire'nin meydanlarından geçtik. Enver Sedat'ın vurulduğu yere geldik. Öldürüldüğü yeri, defnedildiği yeri gördük. Belki de ne olur ne olmaz düşüncesi ile başlarına konulmuş yeni ve çağdaş(!) Mısır ordusundan iki nöbetçinin beklediği, ardından alakasını bir türlü kuramadığımız bir şekilde elinde tenekeden palası ile osmanlı yeniçerilerinin, en başlarında firavun ordusundan iki askerin nöbet tuttuğu Sedat'ın  az sözcükler, bol mimikler ile dedikodusunu yaptık. Sonra da hocanın eşliğinde yemek yiyeceğimiz bir restorana doğru yola çıktık.

Daha önceden gelmiştik biz Kahire ye, elimizde bize yol gösteren turist kitapları. Üstelik oturduğumuz semtte bulanan, dört katlı bir kale gibi görünen o balık restoranının yönüne doğru çevirdiğinde direksiyonu şoförümüz ben emindim, akşam yemeğimizin o restoranın eşsiz balıkları olacağına. Ama geçtik.  O zaman yola biraz daha devam edecek, sonra da bizim Capitol'e benzeyen bir alış veriş merkezinin içindeki batılı restoranlardan birine oturacaktık. Yola biraz daha devam etmedik. Bizim evimizin bulunduğu sokağı geçtik, az ilerisinde bir caminin karşısında bulunan,  esnaf lokantalırımıza benzeyen bir lokantanın önünde durduk.
Misafirlerine hiç oturmadığı, işte böyle günlerde kullanmak üzere bir müze gibi sakladığı özel olarak  hazıranmış odalar açan bir halkın kızı olarak şaşırmadım dersem yalan olur bu mütevazilik ve basitlik karşısında. Bizi o çok katlı, nezih, masanın çeşit çeşit deniz mahsulü mezelerle donatıldığı, kendi fırınlarında özel imal ettikleri küçük, sıcak ve pofuduk arap ekmeklerinin kokusunun her köşesine dağıldığı restoranda ağırlamalı, bak bizimde ne güzel yerlerimiz var dedirtmeli, almanya da öğrenci mütevaziliğinde yaşayan bu genç çocukların ağızlarını bir karış açık bırakmalıydı. Ama hoca öyle yapmadı.
Irak savaşından sonra Kahire ye sığınan arapların açtığını söylediği bu lokantaya getirdi öğrencilerini, annesinin evine gelmiş gibi tanıdık hamlelerle siparişlerini aldı, mutlaka yenilecekleri söyledi, sonra da o sıcak sohbetinin içine bizleri  kattı.
Yanım da geride bıraktığım, koyu kumral saçlı, beyaz tenli, utangaç bakışlı oğlumun benzeri, annemin sofrasına benzeyen bir sofraya düşmüş oldum. Etli bamya günün spezialitesi idi. Pilav, turşu vardı sonra. O gün bamya nın bütün orta doğu da en çok sevilen ve tüketilen yemek olduğunu öğrendim, bir de temiz ve leziz etlerin nerede bulunabileceğini.
Geldiğimizden bu yana dışarıda yemek, dışarıda et yemek, etlerini helal bulamadığımız Almanya'nın aksine bir problem oluşturmuştu, içinde bir yaşındaki bir çocuğun da bulunduğu grubumuza. Sıcak, tozlu ve kalabalık caddelere çıkartılmış çengellerde satışa sunulan etleri görünce, restoranlardaki ve hayatın her alanındaki akıl almaz pisliğe şahit olunca o ana kadar karşı çıktığımız Mc Donalds lar, Pizza Hutlar, sonra da istemeden de olsa daha lüks ve seçkin yerler kaçınılmaz mekanlarımız olmuştu. Ama başka ülkeler, başka diyarlar ne öyle seçkin restoranlardan tanınırdı, ne de dünyanın her tarafına aynı standardı taşımaya çalışan uluslararası hızlı tüketim restaurantlarından.
Iraklı mültecilerin gelip açtığı bu lokantanın benim ülkemdekilere benzer bir kokusu, annemin sofrasına benzer bir sıcaklığı vardı.
Kapısında o sıcak kanlı arapça öğretmeni, ve burada ne alaka ise çocuklarım gibi hissetiğim gençlere veda ettiğimiz o küçük lokantaya ertesi günü arkadaşlarımla geleceğimi biliyordum.


 Ertesi günü girerken kapısında nereden geldiğini anlayamadığımız küçük bir kedi yavrusunun feryadlarını duyduğumuz, o günden sonra içimdeki beni, taşıdığım sıfatları değiştiren, bana sevginin ve merhametin bütün kapılarını açan, Allah ile aramdaki ilişkiyi bir başka boyuta taşıyan Lulu'nun ve tabii ki Züleyha'nın, iki sevimli arap kediciğinin bulunduğu lokantanın hikayesi bu.

Yaşadığımız hayatta her şeyin bir amacı olduğuna inanıyorum. Hayat işaretler ile donatılmış, insan da o işaretleri okumaya bilerek dünyaya gelmiş, ama unutmuş sonradan. Simyacının dediği gibi.  O işaretleri okumayı ve bana yazılmış o dar kapıdan girmeyi işte o gün öğrendim.
 

Alman Hem-Şehrim II



                             


İki Hem-Şehri, birbirini koruyup kollayan iki arkadaş olarak birlikte gezeceğiz bugün Tahran sokaklarında Alman  arkadaşımla. Bana okul yolunu gösterecek, Azeri Türklere ait küçük bir konser organizesine götürecek sonra.

Kararlaştırdığımız saatte almaya geldi beni arkadaşım, korna seslerine, trafik karmaşasına, kirli havasına, tesettürlü olmasa da hepsi başörtülü kadın halkasına, ırkına has ciddiyet ve planlama özelliklerini koruyarak beni de kattı, kolumdan hiç çıkmadan.
Caddelerinde arabaların hep aktığı, yaya geçidinin işlevi hakkında kimsenin hiçbir şey bilmediği, insanların korkusuzca kendini arabaların arasına attığı bu yerde, ben taze bir konuk olarak tek başına karşıdan karşıya geçemez, sağıma soluma bakmayı bile beceremezdim.
Bir turist rehberi gibi sürekli mütebessim bir çehre ile beni bilgilendirmeye devam ediyordu arkadaşım:  Burada yaşam ya trafik kazası ile sona ererdi, ya hava kirliliği ile, bir de bir deprem bekleniyordu, ama trafik en önemlisiydi, daha geldiği ilk hafta üç kaza ya şahit olmuştu, dikkatli olmalıydın ama yaya kaldırımları da yetmezdi korunmaya, Motosikletler genellikle yaya kaldırımlarını tercih ederdi.

Caddeleri aştık birlikte, okul yolunu geçtik, büyük bir meydana açılan kapalı bir çarşının içine girdik, renk renk meyveler, sıcak, tepsilerin üzerinde üzerinden dumanlar çıkan şalgamlar, İran’a özgü yerel örtüler, yerel yiyecek kokularının arasında sıkış tıkış gidip gelen insanlar ve Amin Maluf romanlarının içine düşmüş gibi olan biz, hatta ben vardım yalnızca. Etrafıma bakınmaktan kendimi alıkoyamıyor, arkadaşımın sesini uzaklardan bir  seda gibi algılıyor, yüzümde hep tebessüm, bir masal diyarında  dolaşıyordum: Kendime ait bir dünya ya gelmiş gibi değil de, üzerine hep öyküler, şiirler okuduğum, filmler izlediğim bir dünyaya gelmiş gibi şaşkın ve mütebessim, arkadaşımın kolunda yürüyordum. Bugün onun konuğuydum ben.
Bu şaşkın hemşehrisini daha da şaşırtmak istermiş gibi, kapalı çarşının ara sokaklarında sürükledi beni, dükkanların arasına sıkışmış gibi duran, açılırken gıcırdayan kapıyı iteledi, ben sendeledim; İçeride tahtlar, tahtlar üzerine serilmiş halıların üzerine uzanıp, nargilelerini zamanın sisleri ardında fokurdatan adamlar  vardı. Onlar, açılan kapıdan içeri giren bu kadınlardan hiç rahatsız olmamış gibi, istiflerini bozmadan içmeye devam ediyorlar, yüzümdeki tebessüm, kendisine vaad edilen şekere erişmiş bir çocuk gibi, kendisini engelleyemeden yayılıyor, ben, şark masallarının içine kendisine bir iyilik yapan tarafından düşürülmüş bir batılı gibi, batılı arkadaşımın kolunda, şaşkınlık nidaları arasında, yukarı çıkan merdivende onu izliyordum.
İkinci kat ailelerindi. Duvar kenarına dizilmiş sedirlerin üzerinde İran halıları, konuklarını bu sedirlerin üzerinde ev ortamında ağırlıyor, garsonlar, ellerinde tepsileri, konuk sofralarını bu halıların üzerine yerleştiriyor, konuklar, evlerinde gibi, yiyeceklerini sedir üzerinde oturarak yiyiyorlardı. Burasıydı işte kitapların beni sürüklediği yer; o yüzden bağışlayabilirdim, henüz kurulanmadan getirilen çatal, kaşığı.Çok da hijyenik olmayan bu yerin kusuruna bakabilirdim.
Yerel yemekleri tadabilmenin güzelliğiyle yedik yemeklerimizi, birbirimizin yanında dışarı çıktık sonra.

Kararmaya başlayan  ortalığı ışıtan sokak lambalarının  altından, birbirimizin kolunda karşıya geçip, İmam-Zade Camii ne geçtik. Mutlaka Üzerimize Çador almalıydık, yalnızca bahçesinden geçecek bile olsak. Hiç itirazsız aldığı çadoru acemilikle örtünmeye çalıştı arkadaşım, biraz da becerikli ellerle sarındım ben, maharetime hayran arkadaşıma tebessümle “içgüdüsel” dedim sadece. Siyah örtümle ben hep yerli biri gibi muhatap alınıyor, sorular soruluyor, ama tebessümle cevabı, Asyalı görünümlü alman arkadaşıma bırakıyordum. Birbirini tamamlayan, sevdikleri erkekler uğruna şark yollarına düşen, şarkı tanımaya, anlamaya çalışırken, aşkında boğulan, bu sevgiyle giderek kendi toplumuna yabancılaşan, aynı eğitimi alan ,  birbirine ne kadar benzeyen, birbirinden ne kadar da uzak hayat çizgileri olan iki genç kadın olan biz, aynı yerden gelip, aynı yolları geçip, bu doğu şehrinde birbirimizin kollarında hayatı anlatıyorduk birbirimize, hayran kalıyorduk birbirimize.


Böyle bir yerde yaşamayı tasavvur edebilir misin dediğimde, cümlemi bitirmemi zor bekledi sanki arkadaşım; Geldiğim ilk gün karar verdim dedi, burada yaşamaya. Ama Başörtüsü dedim. Çok sorun değil dedi. Her ülkenin kendine göre kuralı, geleneği vardı. Bir ülkede yaşamayı isteyen bunu da göze almalıydı. Bu ülke insanlarından yayılan sıcaklık, her şeyi ona göze aldıracak kadar yakıcı idi. “Çok cesursun” dedim, “bunu söyleyene bak” dedi. Mutlu beni sürükledi sonra, küçük bir Azeri konsere. Benim geleceğimden haberleri vardı, o yüzden biraz da özenle, benim için çaldıklarını belirttiler sahnedeki ustalar. Yaşlı Sanatkar tebessümle selamladı beni başı ile, sordu sonra, “Kimi seversin Türkiye’ den, hangi şarkılardan hoşlanırsın” “Hacı Arif Bey” dedim. Şimdilerden dedi, ne diyeceğimi bilemedim ben. “İbrahim Tatlıses” dedi, “ı-ıh” dedim, mahcup, “Tarkan” dedi, “asla” dedim. “Ebru Gündeş “ dedi, artık onu yormaktan sıkılarak “naja” dedim almanca, olabilir diye ekledim. Kendinden geçerek İbrahim Tatlıses’in okuduğu en son Türküleri benim şerefime çaldı yaşlı Sanatkar. Her zaman beklediğini söyleyerek, çaylar ikram ederek uğurladı sonra.

Gün döndü, Karanlık hayata durdu. Kirli hava, direklerden süzülen sokak lambalarının huzmesinde daha da belli oluyor, Trafik, kaotik büyük şehir trafiğine uygun olarak tıkanıyor, biz uzaklardan gelip, burada buluşmuş hemşehriler, bir pastanede bulduğumuz dev “Windbeutel”lleri, üzerimize bulaştırarak, küçük çocuk sevinçleri ile tüketiyorduk.
Işıklı caddeleri gezdik, kitapçıları gezdik, küçük çakıl taşlarının üzerinde pişirilen ekmeklerden birer tane alıp, üzerine yapışmış çakılları temizleyip, birbirimize ikram ettik. Bir dolmuş taksiye atladık sonra.
Gidilecek yönü söyledi arkadaşım, aceleyle elini dudaklarına götürüp sus işareti yaptı sonra. Almanca konuşmayacaktık, yabancı olduğumuzu belli etmeyecektik hiç, kazıklanmayacaktık. Başörtüsünü biraz daha öne çekiştirdi arkadaşım, Farsça konuşmaya başladı sonra.

Başörtüsü hep yabancılığımızı, yabansılığımızı ortaya çıkarmıştı şimdiye kadar bizim.
Bu kez başörtünün altına sakladık yabancılığımızı, iki kadın orada aynılaştık. Sessiz ve küçük çocuk sevinci ile,  ortak bir sırrı birlikte gizlemenin heyecanıyla muzır  tebessümler sunduk birbirimize.














Alman Hem-Şehrim


                                      


Ben mi sordum, yoksa yeni edindiğim oda arkadaşlarım mı söylediler, anımsamıyorum şimdi, sürgün ülkemden bir “hem-şehrimin” de burada bulunduğunu.
Yaşanılan yerler bir müddet sonra insanın yurduna dönüşüyor, yaşadığım yerlerden insanlarla üçüncü ülkelerde karşılaşmak “kendi insanlarımla” karşılaşmış gibi sevindirip gönendiriyor beni. Heyecanla soruşturuyorum onu. Nerede, hangi odada ki! Rastladığım sarışın kızlara gidip isimlerini sormak istiyorum,  buradaki tek yabancının o olmadığı bilgisi ile , tereddütle vazgeçiyorum sonra. Akşam olunca odasından çağırtıyorum onu, görür görmez de şaşırıyorum, ırkının standart özelliklerini  ne ruhunda ne de bedeninde taşıyan bu güleç yüzlü Asyalı genç kızı gördüğümde. Başka yerlerde karşılaşan tüm “hem-şehriler” gibi, karşılaşır karşılaşmaz konuşmaya başlıyoruz: Birbirimize anlatacak, bir birbirimizden  öğrenecek ne çok şeyimiz var.

Nasıl buldu ki bu ülkeyi?

Bütün yoksulluğuna, yaşamın güçlüğüne rağmen çok daha “insanca” bulmuş bu ülkeyi. Birbirine yardıma hazır insanlar, insani iletişime odaklı yaşamlar, burada yaşamayı da, dil öğrenimini de kolaylaştırıyormuş. Yurtta herkes herkesi tanıyor, herkes herkesin yardımına koşuyormuş. Kendi ülkesinde bu asla böyle değilmiş. Konforlu odalarda, en iyi ihtimalle yan komşunu tanır, en fazla bir merhaba dermişsin. Onun ülkesindeki yabancılar için, şimdi daha çok hayıflanıyor, onların böyle “dışlanmasına”,  gündelik yaşamın içerisinde birbirinden ayrı dünyalarda yaşamaya mahkum olmalarına üzülüyormuş, bunun bozulmuş ve dejenere olmuş “Avrupa yaşam biçiminden” kaynaklandığından hiç kuşkusu yokmuş. O yüzden bu yoksul ülke, o yüzden doğu, onun için çok daha insani ve yaşamaya çok daha değer imiş, zorunlu olarak taşıdığı  başörtüsü onun için çok sorun değil miş, şimdi kışmış nasıl olsa! Başörtüsü onun için Kadının aşağılanması demek değil imiş, nasıl isterse insan öyle yaşayabilmeli, nasıl istiyorsa öyle sürdürmeliymiş yaşamını? Onun üniversiteli arkadaşları varmış, kendi ülkelerinde başörtüleriyle okullarına girmeleri yasak olup da, onun ülkesine gelen. Ben nasıl düşünürmüşüm bu konuda?

Sakin ve yavaş anlatıyorum, ben ne düşünüyorum bu konuda.

Onun sorusuyla kendime geliyorum tekrar, ben  nasıl buldum bu ülkeyi? Hiç dolaştım mı çarşılarında, sokaklarında gezdim mi, benim ülkemle ortak yanları var mı, ayrılan yerleri neler?
Geldiğim ilk gün, yanımda arkadaşım,  bir önceki akşam girdiğim kapıdan, bürokrasiye takılarak çıktım. Kız öğrenci yurdunun önünde otobüs bekleyen  çadorlu, kısa ceketli, kot pantolonlu, saçları önden oldukça görünen bayan topluluğuna ben de katıldım. Siyahlar içindeki giysilerimle, ben de onlardan pek farksız sayılmazdım zaten. Otobüse bindik. Büyük bir meydan da indik. Bir başka noktaya gitmek için dolmuşa bindik. Arkadaşım girdi önce, ardından ben süzüldüm küçük, yerli otomobile. Genç bir adam, benim yanıma binmek isteyince, şaşkınlıktan ama bu mümkün değil ki dedim. “İslami esaslara göre yönetilen” bir ülkede, yıllardır okuduklarıma tezat bir eylem imiş gibi. Neden ki, dedi arkadaşım, şaşırma sırası ona gelerek:  Burada böyle. Aslında ülkemden tanış olduğum, ancak sürgün ülkemde unuttuğum bu “yakın temaslı” yolculuklardan sonra, hızlı bir şehrin en önemli merkezlerini tanıma kursuna tabi  tutuldum. Bir öğrencinin en önemli merkezi her zaman kitapçılar olurdu, ben de kendi çalıştığım alanla ilgili kitapların bulunduğu yerleri iyi tanımalıydım.
Kitapçıları gezdik tek tek. Konularına, alanlarına göre çalışma alanları belirlenmiş, kirli pencereli vitrinlerin ardından el yazmalarını basan, her konuda yapılmış bilimsel çalışmalarını yayınlayan Kitabçılar, büyük bir gizemle çağırıyorlardı beni. Küçük kitapçı köşelerinde kalmış, hikmet ve bilgi hazinesi kitapçıların sohbetleri doğunun sokaklarında ki ilimle karşılaştırıyordu   beni bir kez daha.

Geldiğim ülkenin çok katlı, çok şubeli kitapçılarında, renk renk, cins cins kitaplar şık raflarda üst üste, yan yana dizili durur, turuncu koltuklar, okurları üzerinde kitapları gözden geçirmeye çağırır, hep mütebessim çehreli  güzel kızlar, müşteriye yardımcı olmak üzere her zaman  hizmete hazır beklerlerdi. Rahatça raflar arasında gezinebilir, asya mutfağından, evrendeki kara deliklere, bir üçüncü dünya ülkesinin dünyaca ünlü yazarından, yaşadığı toplum tarafından maruz kaldığı baskılardan kaçan bir kadının anılarına kadar pek çok şeye bir anda ulaşabilir, enteresan konuları yan yana görebilir, ama konuşamazdın kimse ile. Tezgahtar kızların görevi, kitabı size tebessümle uzatıp, parayı tahsil ettiklerinde biterdi, okur bu büyülü dünyada  sıfatını yitirir, basit birer  müşteriye dönüşüp terk ederdi   Kitabevini.
Uzun yıllardan sonra, yeniden tanıdık, bildik sokaklara, yeniden çocukluğunun geçtiği mahalleye dönüş gibi, kirli vitrinlerinin ardında hazineleri saklayan kitapçılara, insana, canlı  kültüre geri döndüm. Güneş hep parlak, ısıtmasa da ışıttı içimi.

Öğle yemeği için beni özel bir yere götürdü sonra arkadaşım.
Kıvrımlı sokakları  takip ettik, geldiğimiz yolları geri yürüdük, bir restorandan ziyade bir “aşçı dükkanını” andıran üç masalık  bir dükkana girdik. Yaşlı amca, doğulu insanlara özgü bir mütevazilikte buyur etti dükkanına bizi, kendi evimize gelmiş gibi geçip oturduk biz.
İki küçük iç içe geçmeli  odadan müteşekkil bu yer, tam iki kuşağın karnını doyurmuştu. İçerdeki odada fırın ve ocak üzerinde yiyecekler pişiyor, girişteki odada bulunan müşterilere ikram ediliyordu. Arkadaş bu temiz yeri tercih ediyordu, ama bu dükkan  hiçte hijyenik görünmüyordu.Bir restorandan ziyade, ana evine gelmişsin  gibi, komşunun evine gelmişsin gibi, çok yakın birine öyle geçerken uğrayıp da önüne konan yemeği büyük bir iştahla yemişsin gibi, oturduk ve yedik bu mütevazi ama geleneksel yemeği.  Duvarda asılı fotoğrafına bakıldığında oldukça yaşlanmış görünen, ama çalışmaktan ve hizmetten geri durmayan bu yaşlı amca elinde bir fırça ile masamızı süpürdü, eliyle şöyle bir çalkaladığı bardaklarımıza leziz çayından doldurdu.
Bozuk yolların götürdüğü  kitab evlerinin içinde hikmet ve kültür zengini bilge kişiler, kirli vitrinlerin ardındaki küçük ve dar masalarda yalnızca yaptığı yemeğini değil, insanlığını ikram eden, yoksul ve mütevazi erbablar vardı.
Yolda dip dipe giden arabalardan başlarını uzatıp gidecekleri yolu soran, “ağa” diye seslenen kadınlar, hem  aracını sürüp, hem de yol sorana tarif eden insanlar vardı.

Çok iyi tanıdığım, içinde büyüdüğüm, ama sonra ayrılıkla, yılların getirdiği ayrılıkla unutmuş gibi göründüğüm bu  “doğu” ülkesini nasıl bulmuştum?

Uzun lafın kısası, çok sıcak dedim   “Alman hem-şehrime, yıllardır unuttuğum kadar sıcak.


Yıllar ve Yollar

 


Her dilin kendine göre bir tınısı, her ülkenin kendine göre bir kokusu olur. Bazen bol parfümlü, hijyenik  bir sokak kokusu doldurur insanın genzini, yeni bir ülkeye adım attığında.  Doğuya gidildikçe baharat kokusu, yağlı yemek kokusu, toz kokusu egemen unsur haline gelir.

Batıdan başlayıp gittikçe doğuya giden biri olarak yavaş yavaş ama sırasıyla aşıyorum, şehirleri, ülkeleri. Yüzyıllarca sürmüş “batıya  yürüyüşü” aksine çevirme telaşı içerisinde, doğuya yöneliyorum. İçimde yıllardır sakladığım o düşü gerçekleştirmek mi bu İran yolculuğu, batıdaki düzen içerisinde kendini kalıplanmış ve sıkışmış hissediş mi, kaybettiğin inançları yeniden bulmak isteyiş, ya da neden kaybettiğini gidip yerinde tesbit ediş mi, peşine düştüğün, sen gittikçe görünmeyen bir elin çektiği “bilgi açlığı” mı, yorgunluktan azade, baharat kokuları, ezan sesleri, ve kendine benzeyen siyahlı kadın kalabalığı içinde kayboluş arzusu mu. Yıllar önce başlattığım, yıllar öncesinde beni saran, “doğu”  yolculuğuma çıktım.
Ne bulacağımı, ne yitireceğimi bilmiyorum. Her yolculuk bir arayış, her buluş bir yitiriş ise, payıma düşeni beklemekten başka yapabileceğim bir şey henüz yok

İran’a götüren uçağın içine girer girmez o tanıdık, kalabalıklar  için  pişirilmiş yemek kokusu ile karşılaştım. Çok gezen gözlerim ortak noktalar ile ayrışan noktaları bulmak için merak ile gezindi ortalıkta durdu: Hosteslerin başörtüleri, başörtülerinin üzerinde kepleri vardı. Haki yeşili bir örnek üniformaları onların görüntüsünü sıradan “hostes” olmaktan çıkartıp  askeri bir hüviyete sokuyordu. Makyajsız, bakımsız hostesler daha çok herhangi bir “bacı”ya benziyordu. Komşu kızı gibi aralarda hizmet ediyorlar, dil bilmeyen, dillerini anlamayan yolcularla karşılaştıklarında gözlerinin içine bakmadan  usulca yanlarından geçiyorlar, muhataplılığı aslında kendilerinden farklı olmayan arkadaşlarına bırakıyorlardı.
Bir uçak dolusu kadın, başörtüleri olmadan  doğu ülkelerine özgü süsler içerisinde uçakta salınarak geziniyor, arkadaşlarıyla  şaşkınlıktan ağızlarını açarak sohbetlerde bulunuyor, beni de kendi ülkelerinden sanıyorlardı. Başörtüsü hosteslerin başında resmi ve ciddi bir “kamu” yüzü olarak duruyor, uçaktaki kadınlardan yönetimi ayıran bir perde işlevini görüyordu.
İçimde muzur bir kız çocuğu, ikinci bir ülkede yabancı sayılmanın, ikinci bir ülkenin dilini öğrenmenin, ikinci bir ülkede uyum ile izole yaşamlar arasında gidip gelmenin nasıl olacağını test edecek olmanın heyecanıyla hep tebessüm ediyordu.

Yaşadığın ülkeye ilk uyum yemek kültürünü tanımaktan geçerdi: Yemeklerden başladım bende, uçağa girer girmez kokusunu aldığım pilav üstü kebabı, salatayı, tatlıyı, çok yabancı olmayan tatlarıyla bitirdim. Uçaktaki büyük ekranlı tv den yayınlanan filmde başörtülü,   aşk acısı çeken kadınları, tanıdığım oryantal ritimler eşliğinde izledim. Anlamadan, gazetelerini karıştırdım sonra: Sokak çocuklarının fotoğraflarını hüzünle selamladım.
Namaz kılmak istedim: Namaz dedim, hostesler saygıyla mutfaktaki yere bir battaniye serdiler. Sorunsuzca ilk kez uçakta yere secde ederek eda ettim namazımı.
Benimle Farsça konuşanlara Farsça bilmediğimi söylerken, uzun süredir bana yabancı olan duygulara dolandım.Sürekli bir dikkat çeken obje olarak salındığım sürgünülkemde, yabancılığım, aidiyetim, sarındığım kumaşların arasında kaybolur, ben bir türlü ben olamaz, kafalarda oluşmuş bin bir imajın arasından seslerin kaybolduğu düşler gibi kendimi tanıtacak, sesler vermeye çabalardım. Ben, aslında yüzbinlerce başörtülü kadın gibi, kalabalıkların ötesinde bazen gerçek, bazen soyut parmaklarla işaret edilir, bazen terör, bazen gericilik, bazen türlü başka korkuların cisim bulmuş hali gibi etrafıma istemediğim ürkünç dalgaları yayar, ne sesimi duyurabilirdim, ne de ben olabilirdim.
Şimdi burada kalabalığın arasında kayboluyor, sıradanlaşıyor, doğallaşıyordum. .
Bunun ne büyük bir konfor olduğunu, ne büyük bir özgürlük olduğunu daha yeni idrak edebildim.

Uçağımız sükunetle yoluna devam edip ülkemi bir baştan bir başa   geçti. 
Tahmin ettiğimden daha az bir coşkuyla, tahmin ettiğimden daha büyük bir merak duygusu ile yirmi yılın ardından  artık batılılaşmış burnuma doğunun kokularını getiren bu siyahlı kadınların düşler ülkesine  indim. 

Doğulu ülkelere özgü sıcak karşılamalar, canlı kucaklaşmalar, utangaç ve sevimli çocuk bakışmaları, kıvrak ritimli müzikler eşliğinde beni Tahran’a götürecek uzun yolda, yıllar öncesinde geride bıraktığım ülkemden hatırladığım bozuk yolları, köhne dükkanları, modern binaların altında çekilmiş bir çürük diş karanlığında bekleyen boş dükkanları, abartılı ışıklandırılmış parkları geçtim. Karşıyı işaret ederek “Beheşt-i Zehra” dedi   yol arkadaşım, ağzından dualar döküldü  sonra.

Soluk ve puslu ışıklar eşliğinde gençlik düşlerimin   ülkesinin  yollarında ilerken  Tozlu ve kirli arabalardan oluşmuş kalabalık bir trafik ölgün ışıkların altında, bozuk yollara, etraftaki düzensizliğe aldırmadan, doğulu toplumlara özgü bir canlılıkla akıp gidiyordu…


Sakin ve yavaş anlatıyorum, ben ne düşünüyorum bu konuda.